Mit: Zeki insanlar dislektik olmazlar, dislektikler aptaldır.
Gerçek: Disleksi ve zeka birbiriyle ilişkili değillerdir. Dislektik bireyler normal veya üstü zekaya sahiplerdir. Birçok dislektik birey parlak bir zekaya sahiptir ve dislektik olmayan yetişkinler yaratıcılardır.
Mit: Disleksi nadirdir.
Gerçek: 30 yıldır yapılmış olan araştırmaların kanıtlarına göre disleksi yaygındır. Ve çocukları etkileyebilecek en yaygın öğrenme bozukluğudur. Yaygınlığı dilden dile göre değişmekle birlikte Amerika’da yapılan araştırmalarda %20, her 5 insandan 1’i, gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır.
Mit: Disleksi zamanla geçer, atlatılır.
Gerçek: Disleksi yaşam boyu süren bir bozukluktur. Fonolojik becerilerin ilköğretim başlangıcından lise sonuna dek yıllık ölçümü bozukluğun yetişkinlikte de sürdüğünü göstermiştir. Buna rağmen dislektik bireyler kesinlikle okuma-yazma öğrenebilirler.
Mit: Disleksi daha iyi hale getirilemez, doğuştan ve süreklidir.
Gerçek: Disleksi yaşam boyu süren bir bozukluk olduğu halde, erken ve verimli müdahale ile öğrenci başarılı olabilir. Disleksinin yarattığı kimi olumsuzluklar (olumsuz benlik algısı gibi) önlenebilir.
Mit: Disleksi erken tanılanamaz.
Gerçek: Disleksi uzmanlar tarafından çocuk 5 yaşındayken kesin bir biçimde tespit edilebilir. Erken tanı konulması çocuğun daha hızlı bir şekilde yardım almasını sağlar ve oloumsuz bir benlik algısı geliştirmesini engeller. Bu noktada ailelerin ve özellikle okul öncesi öğretmenlerinin disleksinin belirtilerini bilmeleri önem taşır.
Mit: Disleksi bir hastalıktır.
Gerçek: Disleksi medikal bir sorundan kaynaklanmaz. Disleksiyi iyileştirebilecek bir ilaç tedavisi yoktur.
(Sanırım ülkemizdeki en yaygın yanlış bilgilerden birisi bu. Özellikle medyada bilgisiz kişiler tarafından yazılmış haberlerde “disleksi hastalığı” ifadesi sıkça kullanılıyor. Bir kez daha altını çizelim: Disleksi bir hastalık değildir.)
Mit: Dislektik bireyler fonolojik engellerini görsel/uzamsal zekalarının yüksek olmasıyla telafi ederler.
Gerçek: Bu konuda yapılmış sistematik araştırmalar küçük kanıtlar sundular ancak, tam olarak doğru olduğu iddia edilemez.
(Medyada yaygın yanlış bilgilerden birisi de bu, medyadaki haber başlıklarında şu tip içeriklerle karşılaşıyoruz, “Dahilerin hastalığı disleksi” neresinden tutarsak tutalım yanlış bir başlık. Disleksinin bir hastalık olmadığına zaten değinmiştik. Ancak her dislektik çocuğun bir dahi potansiyeli taşıdığını düşünmek yanlıştır.Dislektik çocuklar normal veya normal üstü zekaya sahiplerdir. Dislektik bireylerin herhangi bir zeka sorunları olmadığını net bir şekilde söyleyebiliriz. Ancak her dislektik çocuk üstün zekalı değildir.)
Mit: Disleksi görsel bir algılama sorunudur, harfleri veya kelimeleri ters görürler.
Gerçek: Disleksi gözlerle ilgili bir problem değildir. Dislektik bireyler yazarken sağ ve sol kavramlarındaki karışıklıktan ve okurken yaşadıkları zorluktan ötürü kimi harfleri ya da kelimeleri ters (ayna görünütüsü şeklinde) yazabilirler.
Disleksinin bir görme bozukluğu olmadığı Albany Üniversitesi’nde Profesör Vellutino tarafından kanıtlanmıştır. Dislektik ve dislektik olmayan Amerikan öğrencilerinden daha önce görmedikleri bir dizi İbrani alfabesi harfini yazmalarını istemiştir. Dislektik öğrenciler harfleri dislektik olmayan öğrencilerle aynı ölçüde doğru yazmışlardır.
Disleksi, Özgül Öğrenme Güçlüğü başlığı altında kategorize edilmiş, ortalama veya üstü zeka kapasitesine, gelişmiş soyut düşünme becerisine rağmen, yazma ve okuma becerilerinde sınırlılık, ihtiyacı olan eğitimi almasına rağmen düşük akademik başarı olarak yansıyan, nörolojik kaynaklı bir öğrenme güçlüğüdür.
İlk olarak 1896’da Morgan tarafından “kelime körlüğü” olarak tanımlanmıştır. Morgan yazma ve okuma becerilerinde sınırlılığı olan ancak matematiksel becerileri iyi olan bir öğrenci ile çalışması sonrasında çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Daha sonra Kirk tarafından Öğrenme Güçlüğü kavramı kullanılmıştır. Öğrenme Güçlüğü kavramı, aslında bu bireylerin özel eğitime ihtiyaç duymayan bireylerden daha farklı öğrenme yöntem-tekniklerine ihtiyaç duyduklarını ifade eder.
Disleksinin erken belirtileri
Genellikle alan yazınında Özgül Öğrenme Güçlükleri (disleksi, diskalkuli, disgrafi) erken belirtileri benzer olarak gösterilir, bu yazıda da 2013 Celebral Palsy Symposium‘da ve İnönü Üniversitesi’nde yayınlanmış bir makalede belirlenmiş olan belirtileri tekrar edeceğiz;
Geç konuşma
Nesneleri isimlendirmede güçlük yaşama
Sözcük-hece çevrimi yapmak (mavi-vami veya sifon-fison)
Harf-ses ilişkisini öğrenmede güçlük
Kimi harflerin ters yazımı
Dikkat-konsantrasyon sorunları
Yer-yön kavramlarını karıştırma (Sağ-sol, aşağı yukarı)
Motor bozukluklara bağlı olarak sakarlık. (Yaş arttıkça ve motor beceriler desteklendikçe dislektik çocukların yetkinleştiği belirtilmiştir.)
Disleksinin tedavisi nedir?
Disleksinin belirlenmiş, net bir tedavisi yoktur. Erken tanılama, yoğun eğitim, olumlu aile-çevre ortamı bireyin sorunları aşmasında en çok etkisi olan etmenlerdir. Becerilerin geliştirilmesinde bireyin iyi tanınması, disleksiye diğer bozuklukların (Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, davranım bozukluğu vs.) eşlik edip etmediğinin bilinmesi ve buna göre nitelikli bir eğitim sunulması oldukça önemlidir.
Erken tanı önemlidir
Dislekside erken tanı, çocuğun akademik başarıya ulaşması ve olumlu bir kişilik geliştirebilmesi açısından kritik önem taşır. Aile, veya öğretmenler genellikle ilköğretim döneminde bozukluğun farkına varırlar. Ancak ilköğretim dönemi, dislektik bireyin eğitim çalışmalarına başlamak için geç olabilir. Öğrenci bu süreçte, düşük akademik başarı sebebiyle okula ilgisizleşebilir, sosyal ilişkileri bozulabilir, olumsuz bir benlik geliştirebilir. Bu sebeple ailelerin ve okul öncesi öğretmenlerinin konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmaları ve erken dönem belirtilerini izlemeleri gerekir.
Ne yapmalı?
Disleksi zaman içerisinde bireyin kendi kendine aşabileceği bir güçlük değildir. Eğer birey tanılanmaz ve bu yönde destek eğitimi almazsa yaşam kalitesini düşürecek birçok etkenle karşı karşıya kalma riski altındadır. (Girişte bahsettiğim yazılarda dislektik olduğunu yetişkinliğinde farkeden insanların söyledikleri de yer alıyor.) Bu yüzden eğer bireyin dislektik olduğu düşünülüyorsa, öncelikle bir psikiyatrist tarafından tanılanması gerekir. Tıbbi tanı aile öyküsü, eğitim öyküsü ve kimi testler sonucunda alınır. Tıbbı tanı alındıktan sonra bireyin ihtiyaçlarına göre hazırlanmış bir Bireysel Eğitim Programı (BEP) çerçevesinde eğitim-destek alması sağlanır.
Hali hazırdaki mail servislerinde (hotmail, gmail vb.) kullanmak isteyeceğiniz bir mail adresine ulaşmak oldukça zor olabilir. isminizsoyisminiz_351992@hotmail.com gibi bir mail adresini kullanmak sizin için can sıkıcı bir durum olduğu kadar size mail yollayacak kişiler için de can sıkıcı olabilir.
Bu yazıda Yandex Kurumlar için Mail hizmetini kullanarak tamamen ücretsiz olarak (elbette ki alan adı ve barındırma için belli bir ücret ödeyeceğiz, bu rakam ortalama 50 tl civarıdır, bir web sitesi oluşturmayacaksanız 25 tl) adımız isim@alanadimiz.com gibi mail adresleri açacağız. Daha önce bu hizmeti Google da veriyordu ancak yakın bir zamanda ücretli bir hizmet haline getirilmiş. Ancak Yandex üzerinde bu hizmet tamamen ücretsiz ve neredeyse sınırsız (1000 mail adresine kadar.) Eğer ki soyisminiz.com gibi bir alan adı müsaitse, kendiniz ve yakınlarınıza isim@soyisminiz.com şeklinde mail adresleri verebilirsiniz.
Ayrıca eğer bir blog yazıyorsanız alan adınız üzerine bir blog servisi de kurabilirsiniz.
İhtiyacımız olanlar
Bir alan adı (domain)
Bu alan adına bağlı bir barındırma hizmeti (hosting)
Herhangi bir Yandex hesabı
Bir FTP erişim uygulaması (Filezilla, CoreFTP vb.)
Alan adını (domain) ekleme
Öncelikle Yandex Kurumlar sayfasına girip alan adımızı ekleyelim.
https://kurum.yandex.com.tr/domains_add/ adresinden alan adımızı ekleyeceğiz. Alan adımızı eklemek için herhangi bir Yandex hesabı ile oturum açmamız gerekiyor.
Alan adımızı ekledikten sonra, sayfada alan adının bizim olduğunu teyit etmek için çeşitli yöntemler gösterilecek. Eğer ki alan adınızı kullanmak, bir web sayfası oluşturmak istemiyorsanız, doğrudan Yandex’in size verdiği Nameserver’ları, alan adını aldığınız şirket üzerinden değiştirerek doğrulama yapabilirsiniz. Bu en kolay yöntem, ancak bir web sitesi oluşturacaksanız, ya da hali hazırda oluşturmuşsanız, adımları takip edin.
Doğrulama yöntemini seçme
Ben bir .html dosyası oluşturup onu ana dizine eklemek yolunu tercih ediyorum. Yandex bize şöyle bir bilgi veriyor;
Sitenizin kök dizinine abcd1234.html adlı dosyayı ve xxyyzz1234 metnini ekleyin.
Boş bir Not defteri sayfası açıp xxyyzz1234 metnini yapıştırıyoruz, ve Dosyayı Farklı Kaydet (Save as) seçeneği ile dosyamızın ismini abcd1234.html olarak kaydediyoruz. Ve bir FTP uygulaması ile (veya kimi alan sağlayıcıların Web Uploader’lerini kullanarak) abcd1234.html dosyamızı ana dizine ( www veya public_html klasörü içerisine) ekliyoruz. Ve Yandex Kurumlar’daki sayfamızda “Alan adının sahibini kontrol et butonuna bastığımızda, ikinci adıma geçiyoruz.
MX kayıtları ekleme
Bu adımda size alan sağlayan şirketin size verdiği panele erişip, alan adınızın alan ile ilişkili kısmını düzenlemeniz gerekiyor. Yandex’in bize verdiği bilgiler şöyle;
Alt alan adı —@
Kayıt türü —MX
Veriler —mx.yandex.net. (net’den sonraki noktaya dikkat)
Öncelik —10
Gereken ayarları girip, MX ayarlarını kontrol et butonuna bastığımızda yeni bir mail adresi oluşturabiliriz. Gerekli kısımları doldurup mail hesabımızı böylece oluşturabiliriz.
SPF kayıtlarını oluşturmak
Mail adresimizi oluşturduk, ama bu mail adresinden yollanacak olan maillerin Önemsiz/Spam/Junk kutularına düşmelerini engellemek için tıpkı MX kaydı oluşturduğumuz gibi bir de SPF kaydı oluşturmamız gerekiyor. Yandex’in verdiği bilgi şöyle; (Şu linkten teyit ediniz https://yandex.com.tr/support/kurum/records.xml )
Alt alan adı: @
Kayıt türü: TXT
Adres: v=spf1 redirect=_spf.yandex.net
SPF kaydını da oluşturduğumuza göre, hesabımızı test edebiliriz.
“Bugün 50 yaşındayım ve radyoda öykünü dinlediğim zaman hiç beklemediğim halde ağladım.”
Portland’dan Scott Walker geçtiğimiz hafta disleksi hakkında yazdıklarımız sonrası bize ulaştı.
“Biliyorum, komik gelebilir ama 50 yıl süren bir mücadele sonrasında, beni gerçekten anlayan birileri vardı.” Walker, Gabrielle Emanuel’in söylediklerini dinlerken söylenenlere aitlik duygusu hissettiğini söylüyor.
Ve elbette ki yalnız değil. Twitter’a, Facebook’a, mail kutularımıza yorumlar yağdı. Al Guillermo Facebook mesajında, “Her cümlede zorlandığımda insanlar beni “pek de zeki değil” diye etiketliyorlardı.” Hala devam eden kolay metinleri dahi okurken verdiği mücadeleyi ve toplum içinde konuşurken yaşadığı paniği açıkladı. “Okumak ve doğru hecelemek için çok çalıştım. Kimi insanlar üçüncü sınıf öğrencisi için bunu kolay bir iş olarak düşünebilirler ama ben asla tam olarak hakim olamadım.”
Jo Roberts, emekli bir özel eğitim öğretmeni, dislektik öğrencilerine bir şeyler öğretmek için harcadığı çabayı anımsıyor: “Çok küçük bir köy okulunda, beşinci ve altıncı sınıf öğrencileriyle, düello olarak adlandırdığımız bir oyun oynardık. Birbirlerini düelloya davet ederlerdi ve kelimeyi doğru okuyan, yanlış okuyanın kartını alırdı. Açıkçası kontrolüm altında değildi ve sınavlara yönelik bir çalışma değildi. Ama işe yarıyordu.”
Rice Üniversitesi’nde fakülte üyesi olan Junia Howell yükseköğrenim deneyimlerini paylaşıyor: “Ağır bir dislektiktim. Lisedeyken neredeyse ikinci sınıf öğrencisinin okuma kabiliyetine sahiptim. Özel ders aldığım öğretmenlerim sayesinde mezuniyet konuşmasını yapan kişi oldum. Lisans öğretimimi ve yüksek lisans öğretimimi tamamladım. Ve Sosyoloji doktoramı bitirmeme sadece birkaç ay kaldı. Durumumun ciddiyeti göz önüne alındığında, yolculuğum boyunca disleksiyi anlatmak ve disleksi hakkındaki yanlış anlaşılmaları düzeltmek için gönüllü oldum.”
Bu süreçte kimi uluslar arası dönütler dahi aldık. İsviçre’den Lindy yetenekli piyano öğrencilerinden disleksisi olan biriyle yaşadığı deneyimleri aktardı: “Birçok şey üzerine çalıştık, kimi oyunlar oluşturmak vs. ama yaptıklarımız, ona okulda bir okuma uzmanı yardımcı olana dek işe yaramadı.”
Seattle’dan Mike Wolfe da okumayla yaşam boyu süren mücadelesini paylaştı bizimle. Söylediğine göre 32 yaşına gelene kadar herhangi bir tanı konulmamış kendisine. “Bu tanı, disleksinin İngiliz diline yaptığı küçük çarpıtılmış şeylere gülmemi sağlıyor.” Örneğin “globe” yazmak isterken yazdığı şey “glob” oluyor.
Bazen disleksi onu güldürüyor evet, ama “bazı günler okumaya çalıştığım her şeyi karmakarışık hale getiriyor. Ama daha çok, başa çıkma stratejilerim sayesinde durumun üstesinden gelebiliyorum.”
Bu yazı nprEd‘in Unlocking Dyslexia yazı dizisinin ilk yazısı olan Millions Have Dyslexia, Few Understand It (Gabrielle Emanuel) yazısından çevrilmiştir. Yazı dizisindeki diğer yazıları ilerleyen günlerde çevirmeye çalışacağım.
“Dünyanın en kolay kelimesini okuyamıyor olman sinir bozucu.”
Thomas Lester bir kitabı alıyor ve rastgele bir sayfasını açıyor. Bir kelimeyi gösteriyor: galloping.
“Goll—. G—. Gaa—. Gaa—. G—. ” Denemeye devam ediyor. Kelimenin geri kalanı içinde bir yerlerde, ama çıkaramıyor bir türlü.
“Yapamıyorum… Vazgeçtim.” Kitabını fırlatıyor, kitabı masa boyunca kayıyor.
Kolay kelimelerde zorlanmasına rağmen Thomas -dördüncü sınıf öğrencisi- parlak bir çocuk.
Aslında bu disleksinin sıkça yanlış anlaşılan tarafı: Disleksi algı sorunları, ya da düşük IQ, ya da iyi bir eğitimden mahrum olmakla ilgili değil. Okurken gerçekten zorlanmak ile ilgili bir durum.
Disleksi, Amerika Birleşik Devletleri’nde en yaygın öğrenme bozukluğu. Milyonlarca insanın yaşamına dokunuyor, ben ve Thomas dahil olmak üzere. Tıpkı thomas gibi ben de çocukluğumun çoğunu okuma dersinde küçük bir sandalye üzerinde harcayarak geçirdim.
Bugün Thomas, hocasıyla birlikte Washington’un kuzeybatısında bir ofiste çalışıyor. Ofisleri adeta şişkin yastıklar ve beyaz kanepeler cenneti. Bekleme salonunda, kıvırcık saçlı bir çocuk, parmağını emiyor, annesi sessizce bir dergiyi okuyor.
Ofisin arka kısmında -Lindamood Bell Okuma Merkezi- Thomas kolunun uzanabildiği her şeyden huzursuzlanıyor.
“Tamamdır. Sana birkaç havaya yazma kelimesi vereceğim.” diyor hocası Thomas’a, hızlı bir şekilde, sanki Thomas’ın doğru hızda okumasını cesaretlendirerek. Ve ilk kelimesini yüksek sesle harf harf veriyor: “C-O-R-T.”
Thomas harfleri işaret parmağıyla, özensizce yazıyor havaya.
Sonra öğretmen soruyor: Ortadaki iki harfi nasıl seslendirirsin? “Eer? Aar?”
Thomas havaya karaladığı kelimelerden kalan görsel imgelerden her ne kaldıysa onlara şaşı halde bakıyor. Sonra hevesle atılıyor: “Or!”
Bir sonraki alfabe dersine gitmeden önce, gerçek bir heyecanla “İyi iş!” diye cevaplıyor hocası.
Thomas’a benim de bir sorum var: Dislektik olmak nasıl bir şey?
Thomas huzursuzluğunu dindirerek: “Zor.” duraklıyor, “Çok zor.”
9 yaşında, okumada zorlanıyor, ama kitapları seviyor. Ona bir sesli kitap verin, ve kitabı “Audible’da 10.000 kez falan” dinleyecektir.
Thomas’ın annesi Geva Lester, Algı düzeyi 13 yaşında bir çocuk gibi olduğunu, Harry Potter’ı anlayabildiğini, ama okuyamadığını söylüyor. Lindamood Bell Okuma Merkezi’ne gelmeden önce, Thomas’ın “See Spot run” gibi basit bir cümleyi okumakta zorlandığını görünce paniğe kapılmış.
Onunla birlikte okumayı denediğini anımsıyor, Birinci sayfada okuyabildiği “There.” kelimesini ikinci sayfada da görüyor ve ne anlama geldiği konusunda bir fikri olmayabiliyor.
Thomas ve annesiyle orada otururken, kimi yollarla -hala da yaptığım- şeyleri anımsıyorum.
Çocukken disleksim sıkı saklanan bir sırdı. Anaokulundayken, içinde yalnızca bir okuma uzmanı ve ısıtıcının olduğu küçük bir odada çalışmak için sınıftan çıkardım. Malzeme dolaplarıyla çevrili koridorda yürürken kimsenin beni farketmeyeceğini umarak, kimseyle göz teması kurmadan yürürdüm.
Ortaokuldaysa resimli kitapları okumak konusunda dahi sorun yaşardım. Okulda okuyormuş rolü yapar, sonra eve gelince kitaplarımı iki katı hızda kasetlerden dinlerdim. Yaz boyunca tıpkı Thomas gibi Lindamood Bell’e giderdim.
Yıllar boyunca kelimeleri ezberleyerek süreci atlattım. Ezberleme süreci kelime kutularıyla başladı. Her gece pratik yapar, kelimelere bakıp söyleyebildiğim en hızlı şekilde söylerdim. Bu yolla yüzlerce, hatta belki binlerce kelime ezberledim. Tanıdık olmayan kelimeleri ise asla okuyamazdım. Ve hala da okuyamıyorum. Bilmediğim bir kelimeye denk geldiğim zaman, donakalırdım. Bu kartlarda denk gelemeyeceğim bir soyisim veya sokak ismi olurdu. Harfleri gruplar haline getirmek, bu grupları seslerle bağlamak ve sonunda, bu sesleri bir araya getirmek benim için çok yoğun bir odaklanma gerektiriyordu.
Disleksiyi kendi kendime aşamayacağımı anladığım günden beri, onunla, onun etrafında çalışmayı öğrendim. Her zaman oralarda bir yerlerdeydi, ama nadiren düşüncelerimin odak noktasındaydı. Bu durum kolej sürecinde ve okuldan mezun olana dek böyleydi, ama bir eğitim muhabiri olduğum zaman işler değişti.
İlköğretim okullarına dönüp, aile ve öğretmenlerle görüştüğümde disleksi beklemediğim biçimlerde ortaya çıkıyordu. Öğrencilerinin sorunları ve dayanma güçleri test edilmiş aileler dolaısıyla şaşırmış öğretmenler gördüm.
Disleksi bu denli yaygın durumda ki aileleri ve okulları harekete geçmeye zorluyor. Ama disleksi henüz tam olarak anlaşılabilmiş değil. Basit sorulara dahi öyle kolayca cevap verilemiyor.
Dünya üzerinde kaç insan dislektiktir? Evet, bu çetrefilli bir soru. Oranlar değişiklik gösteriyor. Çünkü hangi ülkede yaşadığınıza, hangi dili konuştuğunuza bağlı olarak değişebilir. (İngilizce konuşanlarda dislektik oranı İtalyanca konuşanlardan fazla olabilir.) Ayrıca dislektik olanların bir kısmı resmi bir tanı almamıştır. Ancak araştırmalar Amerika’daki dislektik oranının nüfusun %5’i ile %17’si arasında değiştiğini göstermektedir.
Birçok insan disleksinin harfleri farklı bir düzende görmek (b’yi d görmek gibi.) olduğunu düşünür. Bu doğru değildir. Araştırmacılar, uzmanlar ve dislektik bireyler bu gibi yaygın yanlış anlamaları reddederler.
Disleksi insanların düşündüğü gibi bir şey değilse, nedir?
Chicago’da bir kameraman olan ve disleksinin günlük yaşamının bir parçası olduğunu söyleyen Jonathan Gohrband; “Aslında disleksi yabancı bir kelimeye bakmaktır.” diyor.
Gohrband, okurken, yabancı bir kelime karşısında sıklıkla gözlerinin “sendelediğini” söylüyor. Söylediğine göre onun en iyi çözümü, kız arkadaşına dönüp, “Bu kelime nedir?” diye sormak, neredeyse her seferinde aynı cevabı alıyor: “Tabii ki, olduğu şeydir.”
Jonahhan Gohrband’ın kelime haznesinde herhangi bir problem yok, ya da 9 yaşındaki Thomas Lester’in kelime haznesinde. Onlar “galloping” kelimesinin ne anlama geldiğini biliyorlar. Ve konuşulan İngilizcede 20 farklı yolla bu kelimeyi kullanabilirler, onlar yalnızca kelimeyi okuyamıyorlar.
Disleksinin “kelime körlüğü” olarak adlandırılmasının sebebi bu. Dislektik insanlar yazılı bir kelimeyi doğal bir şekilde işleyemiyorlar. Kelimeleri daha sonra bağlanıp seslere dönüşecek olan küçük birimlere kolayca ayıramıyorlar.
Bu durum okumayı zahmetli -hatta fazlasıyla yoran- bir süreç haline getiriyor. Yazmayı da. Gohrband önceki patronuna heceleme hataları içeren mailler attıktan sonra işten atıldığını anımsıyor.
“Hey! Evet, biliyorum haftasonuydu, ama sarhoşkan e-mail yollama.” Gohrband, eski patronunun söylediğini tekrarlıyor. Elbette ki o, tam anlamıyla ayıktı, ve yalnızca dislektikti. Şimdiyse taslağını hazırladığı e-maillerin yazım yanlışlarını düzenlemek için saatler harcayabiliyor. “Bu çok zaman alıcı ve yorucu.” diyor.
Tüketen, bitiren, zahmetli, yorucu… Burada duygusal bir ölçü de var. Gohrband, henüz bir çocukken bozuk olmadığını hayal ettiğini anımsıyor. İnsanlara bunu söylemekten kaçınıyor: “Eğer dislektik olduğunuzu bilirlerse aptal olduğunuzu düşünürler.”
Yine de, “Utancı yoksaydığında, bir dönüm noktası gelir..” diyor. Onun için bu, kameramanlığa başladığı zaman. Gohrband orada yeteneklerini diğerlerine gösterebileceği, kendini kolayca ifade edebileceği bir dil keşfetti.
Şimdi kendine daha fazla güvendiğini söylüyor.
Ve zamanla, içinde gizli olan mücadelelerin faydalarını keşfettiğini söylüyor. Dislektik olması sebebiyle rahat olduğu bölgenin dışına itilmiş olmasının onu daha yaratıcı ve daha az yargılayıcı yaptığını düşünüyor.
Bunu bizzat ben de hissettim ve pek çok insanla konuşurken de şunu defalarca kez duydum: Bir şeyler zor geldiğinde, yeni şeyler denemeyi öğren ve onların üzerinde çok çalış.
Bu yazımda son zamanlarda oldukça popüler olan DigitalOcean üzerinde bir sunucu oluşturmayı, bu sunucu üzerinde (Ubuntu 16.04.1) bir panel (VestaCp) kurulumunu, ve daha sonra bu panel üzerinden alan adımı entegre edip, barındırmayı anlatacağım. Umarım aydınlatıcı bir yazı olur, sorular için yorumlar kısmını kullanabilirsiniz.
DigitalOcean üyesi değilseniz, burayı tıklayarak referansımla üye olabilirsiniz, böylece her ikimiz de 10 dolar değerinde kredi kazanabiliriz.
İlk adım olarak DigitalOcean üyesi olduğunuzu varsayarak, üstteki “Create Droplet” kısmına tıklayarak bir sunucu için ilk adımımızı atıyoruz. Dilediğiniz distribution (bu kısımda ben Ubuntu seçiyorum.) plan ve datacenter bölgesini seçtikten sonra Create butonuna basıyoruz. Sunucunuz yaklaşık 1 dakika içinde hazır olacak ve mail adresinize sunucu IP’si, kullanıcı adınız ve şifreniz iletilecek.
Başlamadan önce domain servis sağlayıcı şirketinizden, alan adınızı DigitalOcean nameserver’larına yönlendirin; ben Godaddy kullanıyorum. Birçok sağlayıcıda işlem aynıdır. Nameserver kısmına,
yazıyoruz. Şimdi alan adımızı DigitalOcean’daki sunucumuza ekleyelim.
Sunucumuzun yan kısmında bulunan Manage’ye tıklayıp, ardından Add Domain’e tıklayarak kendi alan adımızı ekliyoruz. Ve, bir A kaydı oluşturarak, doğrudan alan adınızı sunucu IP’nize bağlıyorsunuz. Bunu hostname kısmına @ value kısmında da sunucunuzu seçerek yapabilirsiniz.
Şimdi kuracağımız VestaCP paneli için de bir A değeri oluşturalım, hostname kısmı için panel , value kısmı için de yine sunucumuzu seçelim. Şimdi bir de CNAME kaydı oluşturalım, hostname kısmına www value kısmına ise siteadresiniz.net yazalım. Böylece kayıtları tamamladık.
Ve şimdi başlıyoruz! Hadi biraz terminal görelim. Bu noktada, Linux kullanıcıları doğrudan Terminal üzerinden işlemleri gerçekleştirebilirler. Windows kullanıcıları ise Putty gibi bir client’e ihtiyaç duyacaklar.
Terminal ekranımıza öncelikle şu komutu yazarak, uzaktaki sunucumuza bağlanıyoruz,
ssh -l kullaniciadi sunucuipadresi
genellikle şu halde
ssh -l root 111.11.111.11 gibi.
Sunucumuza bağlandıktan sonra sunucu doğrudan şifremizi değiştirmemizi isteyecektir. Öncelikle varolan şifrenizi girin. Bu noktada yapıştırabilir, yahut klavyenizden yazabilirsiniz. Ekranda bir imleç ya da harf görmeyeceksiniz. Yeni şifrenizi iki kez yazacağınız için bu durum bir sıkıntı değil.
Şifremizi değiştirdiğimize göre panel kurulumuna hazırız, öncelikle,
Kurulum yaklaşık 10 dakika sürüyor. Kurulum sonucunda ise terminal ekranında kurulumun tamamlandığına dair yazıyı, panel adresimizi, VestaCP kullanıcı adı ve şifremizi göreceğiz. Terminali kapatmadan önce şifrenizi bir dosyaya kopyalamanız iyi olur. Giriş yapar yapmaz da değiştirebilirsiniz.
panel.siteadresimiz.com:8083 adresinden VestaCp paneline erişebiliriz. Erişimden hemen sonra, Users başlığından admin şifremizi ve default nameserver’larımızı değiştirebiliriz. Şimdi sıra geldi, bir alan adı ekleyip, alan tahsis etmeye. Web başlığı altındaki yeşil artı butonuyla alan adımızı ekleyebiliriz. Alan adımızı, IP adresimizi (sunucu IP’sini seçin), Advanced Options kısmından da ftp kullanıcı adını ve şifresini tanımlayıp Add butonu ile alan adımızı tanımlıyoruz.
Bu noktada bir FTP uygulamasına ihtiyacımız var, ben Filezilla kullanıyorum. Filezilla’yı açıp sunucu IP’miz, tanımladığımız ftp kullanıcı adı olan admin_okul ve 123456 şifremiz ile bağlanıyoruz.
Ve hazırız! Bir index.html dosyası upload edip, test edelim.
Her şey yolunda. Bu günlük bu kadar, kolay gelsin!
Dipnot: Bu sayfadaki verileri kullanılan sunucu, imha edildi.
Arduino açık kaynak kodlu, kolay kullanımlı bir yazılım-donanım geliştirme platformudur. Arduino kartları ile bir veri kaynağından (sensör) gelen veriyi işleyip herhangi bir çıkış kaynağına yönlendirebilirsiniz. Bir örnek ile ifade edecek olursak, bir sıcaklık sensöründen (DHT11, DHT22 veya başa bir sıcaklık sensörü olabilir bu sensör) gelen veriyi kullanarak bir relay modül yardımı ile bir cihazı belirlediğiniz bir sıcaklık aralığında çalışmasını sağlayabilirsiniz. Elbette ki bu verdiğim örnek çok basit bir biçimde Arduino’nuz ile neler yapabileceğinizi ifade etmek için söylediğim çok küçük bir proje. Elbette ki Arduino’nuz ile çok daha karmaşık, hayal gücünüzün sınırlarını zorlayan projelere imza atabilirsiniz.
Neden Arduino?
Arduino dünya üzerinde yüzbinlerce geliştiricinin kullandığı, ucuz (modellerine bağlı olarak çeşitli versiyonlarını 2 dolara dahi bulmak mümkün) anlaşılması basit, hatta basit projelerde karmaşık elektronik bilgisine ihtiyaç duymadan çeşitli projeler yapabileceğiniz, programlamak için ciddi ekstra donanımlara ihtiyaç duymayacağınız bir ekipmandır.
Yukarıda bahsettiğim detayların aslında belli anlamları var, Arduino’nun çok ciddi bir kitle tarafından kullanılıyor olması birçok konuda kaynak sıkıntısı çekmeyeceğiniz, projelerinizi dilerseniz hazır kodlarla kolayca hazırlayabileceğiniz, bu yolla elektronik bileşenleri ve programlamanın temel yapılarını kolayca anlayabileceğiniz, ve programlamak için de bir USB kablosuna ve Arduino IDE yazılımına (Windows, Linux ve Mac platformlarında kullanılabilir)İ ihtiyaç duyacağınız anlamına geliyor.
Hangi Arduino?
Soldan sağa, Arduino Mini, Arduino Nano, Arduino Uno ve Arduino Mega.
Öncelikle bu soruya tek bir cevap vermek pek mümkün değil. Bu soruya “Nasıl bir proje için?” sorusunun cevabını aradıktan sonra cevap vermek daha mantıklı olur sanıyorum. Yapmayı planladığınız projenin yapısı (kullanacağınız kasa, büyüklük, kullanılacak giriş-çıkış pinlerinin sayısı, kullanacağınız yazılımın boyutu vs.) kullanacağınız Arduino kartını belirleyecektir. Örneğin küçük bir alana sığdırmanız gereken basit bir projede Arduino Nano ya da Micro kullanabilirsiniz, ya da daha fazla giriş-çıkış pini kullanacaksanız seçiminiz Arduino Mega olabilir. Ama temel anlamda başlangıç sürecinde veya projelerinizi test ederken Arduino Uno ihtiyaçlarınızı karşılayacaktır.
“Klon” olarak tabir edilen ve aslında Arduino tarafından üretilmemiş olan kartları kullanabilir miyiz, avantajları dezavantajları nelerdir?
MicroUSB kablo ile programlanan, Arduino klonları Robotdyn Nano ve Uno
Elbette ki geliştireceğimiz projelerde bu tip kartlar kullanılabilir, bu noktada “klon” kartların kullandıkları çipler Arduino ile aynıdır, yalnızca kimi klonlar oldukça düşük kalitede PCB’lerde basılı halde olabilirler. Bu durum tamamen nasıl bir “klon” olduğuna bağlı sanıyorum. Ben birçok projemde RobotDyn şirketinin Nano ve Uno modellerini kullandım, oldukça kaliteli olduklarını söyleyebilirim. Ve bu bahsettiğim RobotDyn kartlar MicroUSB kablo ile programlanabiliyorlar, bu durumun kabloya erişim açısından ciddi avantaj olduğunu söyleyebiliriz. Kısacası Arduino üretimi bir kart almak zorunda değilsiniz hatta kendi Arduino’nuzu kendiniz dahi yapabilirsiniz. (Bkz: Paperduino)Arduino kartların devre şemaları açık kaynak çerçevesinde Arduino tarafından paylaşılmıştır. https://www.arduino.cc/en/uploads/Main/Arduino_Uno_Rev3-schematic.pdf linkinden Arduino Uno’nun devre şemasını inceleyebilirsiniz.
Arduino kartımı aldım, başka nelere ihtiyacım olacak?
Çeşitli jumper kablolar, projenizi şekillendirme aşamasında test yapabileceğiniz ya da, projenizi üzerinde kuracağınız bredboard, çeşitli değerlerde dirençler, ledler, ve projenize bağlı olarak sensörler ilk etapta ihtiyacınız olabilecek materyaller. Dilerseniz “starter kit” olarak tabir edilen başlangıç kitlerinden de alabilirsiniz, ihtiyacınız olabilecek tüm materyalleri tek kutuda edinmiş olursunuz böylece.
Bilgisayarınıza da Arduino IDE yazılımını kurduysanız, her şey hazır demektir. Kolay gelsin!