Bu yazı nprEd‘in Unlocking Dyslexia yazı dizisinin ilk yazısı olan Millions Have Dyslexia, Few Understand It (Gabrielle Emanuel) yazısından çevrilmiştir. Yazı dizisindeki diğer yazıları ilerleyen günlerde çevirmeye çalışacağım.
“Dünyanın en kolay kelimesini okuyamıyor olman sinir bozucu.”
Thomas Lester bir kitabı alıyor ve rastgele bir sayfasını açıyor. Bir kelimeyi gösteriyor: galloping.
“Goll—. G—. Gaa—. Gaa—. G—. ” Denemeye devam ediyor. Kelimenin geri kalanı içinde bir yerlerde, ama çıkaramıyor bir türlü.
“Yapamıyorum… Vazgeçtim.” Kitabını fırlatıyor, kitabı masa boyunca kayıyor.
Kolay kelimelerde zorlanmasına rağmen Thomas -dördüncü sınıf öğrencisi- parlak bir çocuk.
Aslında bu disleksinin sıkça yanlış anlaşılan tarafı: Disleksi algı sorunları, ya da düşük IQ, ya da iyi bir eğitimden mahrum olmakla ilgili değil. Okurken gerçekten zorlanmak ile ilgili bir durum.
Disleksi, Amerika Birleşik Devletleri’nde en yaygın öğrenme bozukluğu. Milyonlarca insanın yaşamına dokunuyor, ben ve Thomas dahil olmak üzere. Tıpkı thomas gibi ben de çocukluğumun çoğunu okuma dersinde küçük bir sandalye üzerinde harcayarak geçirdim.
Bugün Thomas, hocasıyla birlikte Washington’un kuzeybatısında bir ofiste çalışıyor. Ofisleri adeta şişkin yastıklar ve beyaz kanepeler cenneti. Bekleme salonunda, kıvırcık saçlı bir çocuk, parmağını emiyor, annesi sessizce bir dergiyi okuyor.
Ofisin arka kısmında -Lindamood Bell Okuma Merkezi- Thomas kolunun uzanabildiği her şeyden huzursuzlanıyor.
“Tamamdır. Sana birkaç havaya yazma kelimesi vereceğim.” diyor hocası Thomas’a, hızlı bir şekilde, sanki Thomas’ın doğru hızda okumasını cesaretlendirerek. Ve ilk kelimesini yüksek sesle harf harf veriyor: “C-O-R-T.”
Thomas harfleri işaret parmağıyla, özensizce yazıyor havaya.
Sonra öğretmen soruyor: Ortadaki iki harfi nasıl seslendirirsin? “Eer? Aar?”
Thomas havaya karaladığı kelimelerden kalan görsel imgelerden her ne kaldıysa onlara şaşı halde bakıyor. Sonra hevesle atılıyor: “Or!”
Bir sonraki alfabe dersine gitmeden önce, gerçek bir heyecanla “İyi iş!” diye cevaplıyor hocası.
Thomas’a benim de bir sorum var: Dislektik olmak nasıl bir şey?
Thomas huzursuzluğunu dindirerek: “Zor.” duraklıyor, “Çok zor.”
9 yaşında, okumada zorlanıyor, ama kitapları seviyor. Ona bir sesli kitap verin, ve kitabı “Audible’da 10.000 kez falan” dinleyecektir.
Thomas’ın annesi Geva Lester, Algı düzeyi 13 yaşında bir çocuk gibi olduğunu, Harry Potter’ı anlayabildiğini, ama okuyamadığını söylüyor. Lindamood Bell Okuma Merkezi’ne gelmeden önce, Thomas’ın “See Spot run” gibi basit bir cümleyi okumakta zorlandığını görünce paniğe kapılmış.
Onunla birlikte okumayı denediğini anımsıyor, Birinci sayfada okuyabildiği “There.” kelimesini ikinci sayfada da görüyor ve ne anlama geldiği konusunda bir fikri olmayabiliyor.
Thomas ve annesiyle orada otururken, kimi yollarla -hala da yaptığım- şeyleri anımsıyorum.
Çocukken disleksim sıkı saklanan bir sırdı. Anaokulundayken, içinde yalnızca bir okuma uzmanı ve ısıtıcının olduğu küçük bir odada çalışmak için sınıftan çıkardım. Malzeme dolaplarıyla çevrili koridorda yürürken kimsenin beni farketmeyeceğini umarak, kimseyle göz teması kurmadan yürürdüm.
Ortaokuldaysa resimli kitapları okumak konusunda dahi sorun yaşardım. Okulda okuyormuş rolü yapar, sonra eve gelince kitaplarımı iki katı hızda kasetlerden dinlerdim. Yaz boyunca tıpkı Thomas gibi Lindamood Bell’e giderdim.
Yıllar boyunca kelimeleri ezberleyerek süreci atlattım. Ezberleme süreci kelime kutularıyla başladı. Her gece pratik yapar, kelimelere bakıp söyleyebildiğim en hızlı şekilde söylerdim. Bu yolla yüzlerce, hatta belki binlerce kelime ezberledim. Tanıdık olmayan kelimeleri ise asla okuyamazdım. Ve hala da okuyamıyorum. Bilmediğim bir kelimeye denk geldiğim zaman, donakalırdım. Bu kartlarda denk gelemeyeceğim bir soyisim veya sokak ismi olurdu. Harfleri gruplar haline getirmek, bu grupları seslerle bağlamak ve sonunda, bu sesleri bir araya getirmek benim için çok yoğun bir odaklanma gerektiriyordu.
Disleksiyi kendi kendime aşamayacağımı anladığım günden beri, onunla, onun etrafında çalışmayı öğrendim. Her zaman oralarda bir yerlerdeydi, ama nadiren düşüncelerimin odak noktasındaydı. Bu durum kolej sürecinde ve okuldan mezun olana dek böyleydi, ama bir eğitim muhabiri olduğum zaman işler değişti.
İlköğretim okullarına dönüp, aile ve öğretmenlerle görüştüğümde disleksi beklemediğim biçimlerde ortaya çıkıyordu. Öğrencilerinin sorunları ve dayanma güçleri test edilmiş aileler dolaısıyla şaşırmış öğretmenler gördüm.
Disleksi bu denli yaygın durumda ki aileleri ve okulları harekete geçmeye zorluyor. Ama disleksi henüz tam olarak anlaşılabilmiş değil. Basit sorulara dahi öyle kolayca cevap verilemiyor.
Dünya üzerinde kaç insan dislektiktir? Evet, bu çetrefilli bir soru. Oranlar değişiklik gösteriyor. Çünkü hangi ülkede yaşadığınıza, hangi dili konuştuğunuza bağlı olarak değişebilir. (İngilizce konuşanlarda dislektik oranı İtalyanca konuşanlardan fazla olabilir.) Ayrıca dislektik olanların bir kısmı resmi bir tanı almamıştır. Ancak araştırmalar Amerika’daki dislektik oranının nüfusun %5’i ile %17’si arasında değiştiğini göstermektedir.
Birçok insan disleksinin harfleri farklı bir düzende görmek (b’yi d görmek gibi.) olduğunu düşünür. Bu doğru değildir. Araştırmacılar, uzmanlar ve dislektik bireyler bu gibi yaygın yanlış anlamaları reddederler.
Disleksi insanların düşündüğü gibi bir şey değilse, nedir?
Chicago’da bir kameraman olan ve disleksinin günlük yaşamının bir parçası olduğunu söyleyen Jonathan Gohrband; “Aslında disleksi yabancı bir kelimeye bakmaktır.” diyor.
Gohrband, okurken, yabancı bir kelime karşısında sıklıkla gözlerinin “sendelediğini” söylüyor. Söylediğine göre onun en iyi çözümü, kız arkadaşına dönüp, “Bu kelime nedir?” diye sormak, neredeyse her seferinde aynı cevabı alıyor: “Tabii ki, olduğu şeydir.”
Jonahhan Gohrband’ın kelime haznesinde herhangi bir problem yok, ya da 9 yaşındaki Thomas Lester’in kelime haznesinde. Onlar “galloping” kelimesinin ne anlama geldiğini biliyorlar. Ve konuşulan İngilizcede 20 farklı yolla bu kelimeyi kullanabilirler, onlar yalnızca kelimeyi okuyamıyorlar.
Disleksinin “kelime körlüğü” olarak adlandırılmasının sebebi bu. Dislektik insanlar yazılı bir kelimeyi doğal bir şekilde işleyemiyorlar. Kelimeleri daha sonra bağlanıp seslere dönüşecek olan küçük birimlere kolayca ayıramıyorlar.
Bu durum okumayı zahmetli -hatta fazlasıyla yoran- bir süreç haline getiriyor. Yazmayı da. Gohrband önceki patronuna heceleme hataları içeren mailler attıktan sonra işten atıldığını anımsıyor.
“Hey! Evet, biliyorum haftasonuydu, ama sarhoşkan e-mail yollama.” Gohrband, eski patronunun söylediğini tekrarlıyor. Elbette ki o, tam anlamıyla ayıktı, ve yalnızca dislektikti. Şimdiyse taslağını hazırladığı e-maillerin yazım yanlışlarını düzenlemek için saatler harcayabiliyor. “Bu çok zaman alıcı ve yorucu.” diyor.
Tüketen, bitiren, zahmetli, yorucu… Burada duygusal bir ölçü de var. Gohrband, henüz bir çocukken bozuk olmadığını hayal ettiğini anımsıyor. İnsanlara bunu söylemekten kaçınıyor: “Eğer dislektik olduğunuzu bilirlerse aptal olduğunuzu düşünürler.”
Yine de, “Utancı yoksaydığında, bir dönüm noktası gelir..” diyor. Onun için bu, kameramanlığa başladığı zaman. Gohrband orada yeteneklerini diğerlerine gösterebileceği, kendini kolayca ifade edebileceği bir dil keşfetti.
Şimdi kendine daha fazla güvendiğini söylüyor.
Ve zamanla, içinde gizli olan mücadelelerin faydalarını keşfettiğini söylüyor. Dislektik olması sebebiyle rahat olduğu bölgenin dışına itilmiş olmasının onu daha yaratıcı ve daha az yargılayıcı yaptığını düşünüyor.
Bunu bizzat ben de hissettim ve pek çok insanla konuşurken de şunu defalarca kez duydum: Bir şeyler zor geldiğinde, yeni şeyler denemeyi öğren ve onların üzerinde çok çalış.