Aslında bu tarz çözüm yazıları yazmak pek aklımda yok ancak, interneti altüst edip de bir sorunu çözemeyince ekleme yapmadan edemiyorum.
Yoast SEO gibi SEO eklentilerinin oluşturduğu site haritalarında bu soruna rast geliniyor. Yakın zamanda ben de bu sorunu yaşadım, sitemap sayfanızda aşağıdaki gibi bir sorun oluşuyor ve haliyle site haritanız kullanılmaz hale geliyor.
This page contains the following errors :
error on line 2 at column 6: XML declaration allowed only at the start of the document
Below is a rendering of the page up to the first error.
Birçok sitede bu sorunun kodlarda oluşan karakter hataları veya boşluklardan kaynaklandığı söylenilmiş. Ancak birçok dosyayı göz yordamıyla analiz edip bu hataları bulmak ne yazık ki mümkün değil.
Çözüm
Bu noktada bu soruna sebep olabilecek eklenti/temayı bulmamız gerekiyor. Eğer ki aktif olarak kullandığınız temada site haritanız daha önce çalışıyorsa, doğrudan eklentilere bakabilirsiniz. Yoast’ın çözüm sayfasında zaten bu konuya değinilmiş. Son zamanlarda yüklediğiniz, soruna sebep olduğunu düşündüğünüz eklentileri devre dışı bırakarak sitemap sayfanıza yeniden ulaşmayı deneyin.
Benim sitemde soruna sebep olan eklenti Wp Optimize isimli eklenti idi. Eğer WordPress sisteminizde bu eklenti yüklü ise doğrudan devre dışı bırakarak sorunu çözebilirsiniz.
Bilgiye erişim, bilginin doğruluğu, bilginin felsefesi neredeyse binyıllardır insanlığın kafasını meşgul ediyor. Antik filozoflar bilgi üzerine binlerce sayfa yazıyorlar, dev kütüphaneler kuruluyor, bilimin ışığı insana kütüphaneler aracılığıyla aktarılıyor. Bilimsel felsefe, bilimsel bilginin sınırlarını çiziyor, ve nihayet güven duyabileceğimiz bir bilginin niteliksel tanımını yakalıyoruz. Ancak aradan geçen binlerce yıl sonra bambaşka bir sorunla karşı karşıyayız: İnternetten eriştiğimiz bilgi ne kadar doğru? Ya da internetten doğru bilgiye nasıl ulaşabiliriz?
İnternet kaynağa erişim konusunda tartışmasız başat bir kullanım alanı olsa da yanlış şekilde kullanıldığı zaman ciddi sorunlar oluşturabiliyor. Özellikle lisans düzeyinde bilgiye erişim konusu ciddi bir tartışma halinde. Ben de dahil olmak üzere 12 yıllık temel eğitim sürecinden geçmiş lisans öğrencileri akademik bilgiye nasıl erişeceklerini, bilimsel etik dahilinde nasıl kaynak verilmesi gerektiğini, ortaya bilimsel kriterler dahilinde nasıl bir yazılı ürün çıkarılacağını bilmiyor.
Türk eğitim sisteminde, son zamanlarda öğrencilere doğru bilgi vermeyi, bilimsel bilgi ile hurafeyi birbirinden ayırmayı, Wikipedia’yı tek kaynak haline getirmemeyi öğretmeyi tartışıyoruz ancak bu konunun uygulamada ne derece geçerli bir karşılığının olduğu noktası ne yazık ki tartışmalı. İnterneti neredeyse hepimiz oldukça aktif halde kullanıyoruz ancak bilimsel konularda kavram kargaşaları, yanlış veya eksik bilgiler öncelikle internetten zihinlerimize, oradan toplumsal yanlış algılamalara dönüşüyor, ki bu oldukça korkunç bir durum.
İnternet medyası ve Özel Eğitim
Peki, bizim gazetelerdeki saçma sapan haber başlıklarının kökeni nedir? Ne olacak gazetecilerimizin zır cahil olması. Bunlar bilgilerini artık internetten devşirmektedirler. Celal Şengör – Aptalı Tanımak
Özel Eğitim alanında çeşitli araştırma yapan herkesin bildiği üzere, Türk internet medyası bu konuda oldukça fazla içerik üretiyor. Üretilen içeriğe pozitif yönden bakıp, farkındalığa işaret edebiliriz. Ancak durum pek de pozitif bakmaya müsait değil. Üretilen içeriğin çok büyük bir kısmı kimin yazdığı belli olmayan, bilimsel arkaplandan yoksun (hatta hurafe niteliğinde), magazinel, tek yöne odaklanan yazılar. Hatta disleksinin bitkisel tedavisini yaptığını söyleyen bir takım şarlatanlar -ki bunların Prof. etiketlisi dahi var- piyasada dolaşıyor.
Özel gereksinimli bireyler veya aileleri, gayet doğal bir şekilde durumu daha iyi algılamak için internette araştırma yapıyorlar. Bahsi geçen niteliksiz, bilimsel temelden yoksun yazılar ciddi bir bilgi kirliliği oluşturmanın yanı sıra, özel gereksinimli bireyler ve aileler üzerinde yıkıcı etkiler yaratabiliyor.
Ama bilimsel bir haber yapmaya kalkışan bir gazete, o konuda hangi uzmandan fikir alabileceğini, en azından böyle bir başlık atılmadan önce bir mütehassısa başvurulması gerektiğini bilmelidir. Ama bu, vasat da olsa bir tahsil ve uygar bir toplum geleneği gerektirir ki, Türkiye’de bunların ne biri ne de diğeri vardır. / Celal Şengör – Aptalı Tanımak
Otizm farkındalığı ve internet medyasının gücü
Bilindiği üzere, Nisan ayı Birleşmiş Milletler tarafından Otizm Farkındalık ayı, 2 Nisan da Otizm Farkındalık Günü ilan edilmişti. Bu gün otizm hakkında toplumsal farkındalığı artırmakla kalmamış, Türkiye’de oldukça mavi görüntülere sahne olmuştu.
2 Nisan’da aşağıda görüldüğü üzere, “otizm” kelimesi milyonlarca kez aratılıyor. İnsanlar bu gün sayesinde otizm üzerinde bilgi sahibi oluyorlar. Bu toplumsal farkındalığın, toplumsal bir yanlış bilgilenmeye dönüşmemesi ise bizim elimizde.
Bize ne düşüyor?
Her ne kadar akademik alanda yapılan çalışmaların niteliğinden kuşku duymasak da bu akademik çalışmalara toplumsal anlamda erişim oldukça kısıtlı oluyor. Bu noktada alanda çalışan, veya bu konuda eğitim gören kişilere, akademisyenlere bu bilgi kirliliğinin önlenmesi açısından ciddi sorumluluklar düşüyor.
Web sitelerinde, bloglarda, gazetelerde bilgilerimizi anlaşılır bir dille yazmak, veya alanımız hakkındaki yanlış anlaşılmaları (yalnızca sosyal medya üzerinde olsa dahi) düzeltmek, akademik verilerden şaşmamak soruna daha iyi bir yaklaşım olacak gibi görünüyor.
Elektronik Kitap Okuyucular Disleksi ile Mücadelede Etkili Olabilir mi?
Kitaplara ya da diğer yazılı materyallere dijital ortamlardan erişmek ve okumak düşüncesi uzun süredir insanların yaptığı bir şey olsa da, 1997 yılında geliştirilmiş olan e-ink teknolojisiyle başka bir hal aldı. Yazılı materyalleri bilgisayarımızın ekranından veya cep telefonumuzdan okumanın gözlerimizde pek de hoş bir etki yaratmadığını hepimiz farketmişizdir. E-ink teknolojisi tam da bu ihtiyaca cevap vermek için tasarlanmış, düşük güç tüketimli, güneş ışığı altında yansıma yapmaksızın kolayca okunabilen ekranlardır. Geliştirildiği günden bu güne çokça mesafe kat eden e-ink teknolojisi e-kitap devrimine öncülük ediyor ve bugün kitapseverlerin vazgeçilmezi olma yolunda ilerliyor. Öyle ki, Amazon ürettiği Kindle e-kitap okuyucular için “Kağıttan sonra en önemli icat.” gibi bir slogan kullanmıştı.
Elektronik kitap okuma deneyimi üzerine elbette çok şey söylenebilir. Ancak biz bu yazıda elektronik kitap deneyimine bir başka açıdan bakacağız. Bildiğimiz üzere disleksi; en kısa tabiriyle özgül öğrenme güçlüğü kapsamında değerlendirilen bir okuma güçlüğüdür. Disleksik bireyler normal veya normal üstü zekaya sahip olmalarına rağmen yavaş veya birçok kelimeyi yanlış seslendiren bir okuma becerisine sahip olabilirler. Peki ya elektronik kitap okuyucuların disleksik bireylerin okuma deneyimlerine ne gibi bir etkisi olabilir? Elektronik kitap okuyucular (Amazon Kindle, Kobo, Calibro vs.) epub (=veya mobi) olarak ifade edilen bir dosya formatı kullanırlar. Bu format değiştirilemez pdf formatının aksine elektronik kitap okuyucu üzerinden font, yazı puntosu, satır arası boşlukların kolayca değiştirilmesini sağlar. Tüm bunların yanı sıra birçok elektronik kitap okuyucu içerisinde bir sözlük yüklü olarak gelir, anlamı bilinmeyen sözcük işaretlendiği zaman açılır bir pencerede sözcüğün anlamı görüntülenebilir. Bu özellikle yabancı dilde yapılan okumalarda oldukça kullanışlı ve okuma deneyimini olumlu yönde etkileyen bir faktördür.
Disleksik bireylerin yaşadıkları sorunlara dikkat çekmek veya sorunlara çözümler bulmak amacıyla birçok elektronik girişim oldu. Disleksik bir tasarımcı olan Daniel Britton, disleksi farkındalığı yaratmak ve disleksik bireylerin okurken nasıl hissettiğini anlatmak için harflerin formlarını eksilterek disleksik olmayan bireylerce okunması zor bir font elde etti. Bu girişimin tersi yönde disleksik bireylerin okuma deneyimini geliştirmek için bir başka font girişimi daha var. OpenDsylexic ekibi her biri farklı formda, daha geniş aralıklı bir font tasarladı.
Elektronik kitap okuyucularda font değişiminin disleksik bireylere nasil bir etkisi var?
Son zamanlarda piyasaya sürülmüş olan birçok elektronik kitap okuyucu OpenDyslexic isimli bir font içerir. Bu font disleksik bireylerin okumalarını zorlaştıran kimi durumları önlemek için tasarlanmış benzersiz harf formlarına sahip bir yazı fontudur. Elektronik kitap okuyucuya yüklenen her kitap bu fontla okunabilir. Disleksik bir birey olan ve Adult Dyslexia Organisation topluluk üyesi olan Ian Hurst yazısında bu yazı fontuna birkaç bölümde alıştığını ve onsuz bir e-kitap deneyimi hayal edemeyeceğini söylüyor.
Her ne kadar disleksik bireylerin söylemlerinden OpenDyslexic fontunun disleksik bireylerin okuma deneyimini iyileştirdiği sonucuna varsak da bu konuda yapılmış bilimsel bir çalışmaya rastlayamıyoruz. 2010 yılında Hollanda’da (University of Twente) yapılan bir araştırmada yine disleksik bireyler için tasarlanmış bir başka font olan Dyslexie isimli fontun okuma deneyimine etkisi 21 disleksik bireyin katılımıyla deneysel bir çalışma ile araştırılmış. Ancak araştırmanın sonuçlarında Dyslexie fontu ile Arial fontu arasında anlamlı bir farka rastlanmamış.
Yapılmış olan bu araştırma sonucuna dayanarak fontun işlevsiz olduğunu söylemek elbette ki güç. Araştırmada belirtildiği üzere, deney üniversite öğrencileri üzerinde yürütülmüş. Eğitim düzeyi yükseldikçe disleksik bireylerin daha iyi okuma becerileri geliştirildiğini gösteren birçok araştırma sonucuna istinaden, bahse konu araştırma ile daha küçük yaştaki disleksik bireylerin font-okuma hızı/doğruluğu konusunda yorum yapmak mümkün değil. Bunun yanı bireylerin Dyslexie fontu ile bir ön çalışma yaptıktan sonra okuma deneyimlerine nasıl bir etkisi olduğu konusunda da bilimsel verilere sahip değiliz. Bu konunun bilimsel verilerle desteklenmeye ihtiyacı var.
Üstün yetenek kavramı için alanyazınında birçok tanım olmakla birlikte alanda çalışan bir uzman tarafından tanılanmış, genel zihinsel yetenek, özel akademik yetenek, liderlik, yaratıcı düşünce, görsel sanatlar ve psikomotor yeteneklerin bir veya birkaçında yüksek düzeyde performans gösterme olarak tanımlanabilir. Ancak bu tanım konunun genişliği sebebiyle birçok yönden eksiktir.
Üstün yeteneğin tanılanması
Üstün yeteneğin tanılanmasında ilk adım Alfred Binet ve Simon Theodore tarafından geliştirilmiş olan Stanford-Binet Zeka Testidir. Ancak 1980 sonrası kabul gören yaklaşım yalnızca Stanford Binet veya WISC-R gibi testlerin üstün yeteneği tanımada yetersiz olduğu yönündedir. Zekayı tek bir nicel ifadeye dönüştürme düşüncesine dayanan zeka yaklaşımlarında bireyin çok yönlülüğü yok sayılmaktadır, bu sebeple üstün yeteneğin tanılanmasında güvenirlik ve geçerliliğin artırılması için birçok veri kaynağı kullanılan yaklaşımlar gününmüzde geçerliliğini korumaktadır. 2.1 versiyonu 2012 yılında yayınlanmış güncel bir yaklaşım olan CHC Zeka Kuramı genel zekayı akıl yürütme, kısa süreli-uzun süreli bellek, görsel işlemleme, işitsel işlemleme, okuma yazma becerisi gibi birçok alt alanın bileşimi olarak görmektedir.
Ülkemizde ise ortaöğretim düzeyindeki üstün zekalılara hizmet vermekte olan Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Lisesi’nde üstün yetenekli çocukların tanılanması üç aşamada tamamlanmaktadır. Öğrenciler öncelikle Progresif Matrisler Grup Testi uygulamasına alınmakta, daha sonra WISC-R Zeka Ölçeği ile değerlendirilmekte ve daha sonra öğrencilerin 1 haftalık süreyle fen bilimleri, matematik, resim, müzik, dil gibi alanlarda performansları değerlendirilmektedir.
Üstün yetenekli bireyi anlamak
Üstün yetenekli bireylerin anlaşılması, kaliteli bir yaşam sürmeleri, kendi performanslarını ortaya koyabilmeleri hem toplumsal ilerleme açısından hem de bireyin psikolojik sağlığı açısından önem taşır. Bu bireylerin gerekli eğitim ortamları sağlandığı zaman topluma kattıkları göz önünde bulundurulduğu zaman, bu bireylere gerekli eğitim ortamlarının sağlanması, üstün yetenek kaynaklı yaşayabilecekleri sosyal sorunların çözümlenmesinin toplumsal bir sorun olduğu görülür.
Üstün yetenekli bireyin gereksinimleri ve karşılanmasında eğitimciye düşenler
Amerikan Üstün Yetenekli Çocuklar Birliği’nin yapmış olduğu bir araştırmaya göre üstün yetenekli çocukların sosyal-duygusal anlamda ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için çeşitli akademik ihtiyaçlarının karşılanmasının önemi vurgulanmıştır. Bu çalışmada üstün yetenekli bireyin ihtiyaçları şöyle sıralanmıştır;
Benzer ilgi ve yeteneklere sahip bireylerle aynı ortamda bulunma ve çalışma.
İçinde bulunduğu sınıfta makul miktarda akademik zorlanma
Müfredatı kişisel özelliklerine göre esnetebilme.
Çalışmada belirtildiği üzre, üstün yetenekli bireylerin potansiyellerini ortaya koyabilmek için akademik ortamın şekillendirilmesi noktasında eğitimcilere büyük görevler düşmektedir. Olumlu bir öğrenme ortamı, üstün yetenekli bireyin potansiyellerini ortaya çıkarmasını sağlayabileceği gibi, bireyin olumlu sosyal-duygusal ilişkiler kurmasını da sağlayacaktır.
A Brilliant Young Mind Filmi Ve Üstün Yeteneklilerin Yaşadığı Sorunlar
“Hiç bir matematikselliği olmayan doğayla iletişim kuramam, bu çok zor. Çünkü ben pek konuşmam, insanlar ya söyleyecek bir şeyimin olmadığını ya da salak olduğumu düşünürler. Bu doğru değil. Söyleyecek çok şeyim var. Sadece korkuyorum.”
Yukarıdaki satırlar A Young Brilliant Mind filminin başlangıcında karakter Nathan Ellis’in söyledikleri. Üstün yetenekli bireylerin yaşadıkları sosyal sorunların anlaşılması açısından oldukça değerli noktalar içeriyor.
Üstün yetenekli bireylerin yaşadığı sosyal sorunlar
Üstün yetenekli olarak tanımladığımız bireyler gerek akademik ihtiyaçlar yönünden gerekse sosyal-duygusal ihtiyaçlar yönünden yaşıtlarına göre farklılıklar gösterebilirler. Bu durum bireylere yaklaşımların şekillendirilmesi konusunda ciddi önem taşır.
Üstün yetenekli bireylerin ihtiyaçlarının farklılık göstermesinde bireyin bireysel özelliklerinin etkisi olduğu kadar toplumsal etkilerin de olduğu kesindir. Bireyin ihtiyaçlarının farklılaşmasında en önemli etkenlerden birisi; eş zamanlı olmayan (asynchronous development) gelişimdir. Yani üstün yetenekli birey belirli bir gelişim alanında üst düzey performans gösterirken, diğer gelişim alanlarında yaşıtlarıyla eşit ya da daha düşük performans gösteriyor olabilir. Bireylerin yaşamlarında yer eden bu eş zamanlı olmayan gelişim örüntüleri onların sosyal-duygusal anlamda daha hassas olmalarına sebep olur.
Toplumsal anlamda genel olarak yaygın görüş üstün yetenekli bireylerin, tüm gelişim alanlarında üst düzey performans sergileyecekleri yönündedir. Eş zamanlı olmayan gelişim göz önünde bulundurulduğu zaman bu bakış açısı birey açısından oldukça yaralayıcı olabilmektedir.
Üstün Yeteneklilerin Yaşadıkları Sorunlara Genel Bir Bakış: Toplumsal Baskı – Benlik Algısı – Mükemmelliyetçilik
“– Kazanamazsan da sorun değil.
– Tabii ki sorun.”
A Young Brilliant Mind
Üstün yetenekli bireylere öğretmenlik yapan kişiler ve üstün yetenekli bireylerin ebeveynleri, bu çocukları sıklıkla “mükemmelliyetçi” olarak tanımlama eğilimindedirler. Toplumsal olarak onlardan beklenen şey sıkça en iyi performansı göstermeleridir. Hatta en iyi performansı göstermeleri “olağan” bir durum olarak görüldüğü için, üstün yetenekli birey için bu olağanlığın dışına taşmak, oldukça büyük bir stres kaynağı olabilir. Toplumsal beklentiyi karşılamaya çalışan birey, mükemmelliyetçiliğe, oradan da yoğun strese sürüklenmektedir. Bu yoğun stres sonucu istenilen veya beklenen performansı gösteremeyen birey kendini bu kısır döngünün en başında yeniden bulmaktadır. Veya üstün yetenekli bireylerin mükemmelliyetçiliğe bağlı olarak çevrelerindeki diğer bireylere karşı yüksek bir beklenti içerisine girmeleri, ve bu beklentilerini karşılayamıyor olmaları onların yalnız kalmalarına, çevrelerindeki insanlar tarafından “kendini beğenmiş” gibi tanımlanmalarına ve bireyin yoğun bir sosyal izolasyon yaşamasına-yalnız kalmasına sebep olabilir.
Bu bireyler sorun çözme konusunda genellikle akranlarından daha iyi becerilere sahip olsalar da, ihtiyaçları karşılanmadığında, veya yoğun bir baskı altında olduklarında bu problemlerle mücadele etmekte güçlük çekebilirler. Bu sebeple, öncelikle bireylerin akademik ihtiyaçlarının karşılanması ve birey hakkında gerçekçi beklentiler içerisinde olunması, her koşulda duygusal olarak onun yanında olunacağının hissettirilmesi önemlidir.
“Eğer üstün yetenekliysen tuhaf olmakta sorun yoktur. Eğer değilsen sadece tuhaflığı kalıyor.”
Yaşanan bu yoğun stres ve toplumsal baskı bireyin benlik algısını da etkileyebilmektedir. Toplumsal beklentiyi karşılayamayan üstün yetenekli birey gerçek performansını ortaya koyamayacağı gibi, kendini “işe yaramaz” ya da “yeteneksiz” olarak algılayabilmektedir.
Tüm bu bahsedilenler sonucunda üstün yetenekli bireylerde stresin önemli bir sorun olduğu sonucuna ulaşılabilir. Yurt dışında yapılmış birçok araştırmada üstün yetenekli bireylerin stres düzeylerinin akranlarına yakın düzeyde olduğu görülmüştür. Ancak ülkemizde yapılmış bir araştırma üstün yetenekli Türk ergenlerin depresyon düzeylerinin akranlarından daha üst düzeyde olduğunu göstermiştir. Depresyon sıklığının fazla olmasında ülkemize ait kimi kültürel değerler, toplumsal anlamda üstün yetenekli bireylere dair beklentiler, aile tutumları, veya bu bireylerin akademik-toplumsal-duygusal ihtiyaçlarının karşılanamıyor olmasını gibi durumların etkisi olabilir.
Sonuç
“Senin çalışmalarında çok nadir bir güzellik var, Nathan. Öngörülemez ve tutarsız birisisin ve bu beni endişelendiriyor. Madalya kazanmak istiyorsan odaklanman gerek.”
Sonuç olarak üstün yetenekli bireyler birçok yönden akranlarından farklılık gösterirler. Bu sebeple örgün eğitim ortamlarında, akademik beklentilerinin hem öğretmen hem de merkezi eğitim kurumu tarafından karşılanması önem taşır. Bu sebeple üstün yetenekli bireylerin eğitim programlarının akademik beklentilerini karşılayacak ölçüde şekillendirebilmeleri, veya öğretmene bu programı esnetebilecek özgürlük alanının sağlanması önem taşımaktadır.
Üstün yetenekli bireylerin yaşadığı sosyal sorunlar göz önünde bulundurulduğunda (özellikle üstün yetenekli Türk ergenlerin depresyon düzeylerinin yüksek olması) sorunun kaynağında toplumsal kökenlerin olduğu görülmektedir. Bu sebeple üstün yetenekli bireylerle çalışan öğretmenlerin, veya üstün yetenekli birey ebeveynlerinin bu konuda yeterli bilgiye sahip olmaları ve bireye uygun bir ortam sağlamaları yaşanabilecek sosyal-duygusal sorunları önleyici adımlar olarak görülmektedir.
DSM(The Diagnostics and Statistical Manual of Mental Disorders) Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (APA, American Psychiatric Association) yayınlamış olduğu psikolog ve psikiyatristler tarafından uzun süredir temel bir kaynak olarak kabul edilen tanı kitabıdır. İlk olarak 1952’de ilk versiyonu hazırlanmış olmakla birlikte günümüzde en güncel versiyonu 2013’te yayınlanan beşinci versiyonudur. (DSM V) Kitap içeriğinde ise bozuklukların kategorizasyonu, tanı için kriterler yer alır.
Bu yazıda özel eğitimde alanında da sıkça duyduğumuz, davranış ya da uyum bozukluklarının tanı kriterleri-belirtilerinde kaynak olarak kullandığımız DSM’e getirilmiş eleştirilere kısaca değinmeye çalışacağım.
Aslında psikolojide semptomlara dayalı tanı koyma düşüncesine ilk deneysel eleştiri 1973 yılında Stanford Üniversitesi Öğretim Üyesi David Rosenhan tarafından yapılmış olan Rosenhan deneyine dayanıyor. David Rosenhan yapmış olduğu deneyde psikolojik rahatsızlıkları bulunmayan kişilerin (kendi de dahil olmak üzere) rol yaparak, psikiyatri kliniklerine kabulünü sağladı. Ve bu hastalara klinikler tarafından psikiyatrik tanılar konuldu ve birçoğu klinikte kaldıkları süre boyunca “normal” davranışlar sergilemelerine rağmen uzun bir süre (19 gün) klinikte kaldılar. Rosenhan’ın yapmış olduğu bu deney temel anlamda psikiyatri kliniklerinin koymuş oldukları tanıların semptomlara dayalı olmasını eleştiriyor ve güvensiz olduğunu söylüyordu.
Rosenhan deneyi ile DSM’e bugün yapılan eleştirilerin temel ortak bir ortak noktası bulunuyor: Semptomlara dayalı tanılamanın hatalara gebe ve suistimale açık olduğu düşüncesi. ABD’de DEHB tedavisinde kullanılan, metamfetamin tuzları içeren Adderall isimli bir ilacın (ülkemizde var olan Ritalin de bu kapsamdadır) bir lise öğrencisi tarafından kullanımı sonrasında yaşamına son vermesine istinaden semptoma dayalı tanı psikoloji çevrelerince daha yoğun bir biçimde tartışılır olmuştur. Temel soru şudur, bir kişinin odaklanamama, unutkanlık, dikkati korumada sıkıntı gibi şikayetlerle psikiyatri kliniğine gitmesi bu tarz ciddi ilaçları alması için yeterli midir? Ne var ki bu durum DSM’in değil, psikiyatrinin eksikliğidir. (Adamson, 1989) Daha güvenilir bir biyolojik veya bilişsel bir test yöntemi geliştirilemez mi?
Bunun yanı sıra DSM’e yöneltilen eleştirilerin bir diğer kısmını da DSM’in tanılamak için oldukça cömert davrandığı konusudur. 1980 sonrası yapılan araştırmalarda DSM kriterlerine göre tanılamanın, bozukluğun toplumsal sıklığını (prevelans) ciddi oranlarda arttığı görüldü. Tanı sıklığı konusunda birçok dış etkenden söz edilebilir ancak ve noktada yalnızca DSM’i suçlamak sanıyorum doğru değil. DSM’in güncellemelerinde bu sorunun üstesinden gelinmeye çalışılmış ve tanı eşik düzeyleri optimum bir düzeyde tutulmaya çalışılmıştır. Ancak tanı eşik düzeyleri için doğrudan bilimsel bir yöntem olmamakla birlikte tanı eşiklerini yükseltmenin bozukluğa sahip olan kişileri “normal” olarak tanılaması ihtimali üzerinden optimum değere klinik deneyimler ve DSM ekiplerinin oyları ile ulaşılmıştır. Yalnızca sıklık üzerinden yapılan bir eleştiri birçok dış etkeni gözardı ettiği gibi oldukça yetersiz görünüyor.
Prevelans eleştirisi aynı zamanda DSM panel üyelerinin ilaç şirketleriyle olan ilişkileri ve kimi araştırmaların ilaç şirketleri tarafından fonlanıyor olduğu görüşüyle destekleniyor. Zira 170 DSM panel üyesinin 95’inin (%56) ilaç endüstrisinden kimi şirketlerle finansal ilişkileri var ve bu panel üyelerinin %42’sinin çalışmaları ilaç şirketleri tarafından destekleniyor. (Cosgrove ve ark. 2006)
Sonuç olarak DSM var olduğu günden bu yana (özellikle DSM-III’ten sonra) , gerek psikiyatrinin varoluşsal sınırlılıklarını içerisinde barındırması, gerek teknik yapısı sebebiyle çokça eleştirildi. Psikiyatrların geneli 2013 yılı itibariyle çıkan DSM V’te de üzerinde çokça çalışılmasına rağmen sınırlılıkların aşılamadığı yönünde tezlere sahip. Psikiyatri alanında önümüzde yapılacak bilimsel tartışmalar bozuklukların tanılanması için daha güvenilir ölçütler geliştirecek mi bilinmez ama, DSM konusunda tartışmaların süreceği kesin.
Adamson J (1989) An appraisal of the DSM-III system. Can J Psychiatry, 34:303-10 (Akt: Dr. Soli Sorias, Yeni Kraepelinci Paradigma Bunalım Belirtileri Gösteriyor mu? Türk Psikiyatri Dergisi)
Lisa Cosgrove, Sheldon Krimsky, Manisha Vijayaraghavan, Lisa Schneider (2006) Financial Ties between DSM-IV Panel Members and the Pharmaceutical Industry
Mit: Zeki insanlar dislektik olmazlar, dislektikler aptaldır.
Gerçek: Disleksi ve zeka birbiriyle ilişkili değillerdir. Dislektik bireyler normal veya üstü zekaya sahiplerdir. Birçok dislektik birey parlak bir zekaya sahiptir ve dislektik olmayan yetişkinler yaratıcılardır.
Mit: Disleksi nadirdir.
Gerçek: 30 yıldır yapılmış olan araştırmaların kanıtlarına göre disleksi yaygındır. Ve çocukları etkileyebilecek en yaygın öğrenme bozukluğudur. Yaygınlığı dilden dile göre değişmekle birlikte Amerika’da yapılan araştırmalarda %20, her 5 insandan 1’i, gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır.
Mit: Disleksi zamanla geçer, atlatılır.
Gerçek: Disleksi yaşam boyu süren bir bozukluktur. Fonolojik becerilerin ilköğretim başlangıcından lise sonuna dek yıllık ölçümü bozukluğun yetişkinlikte de sürdüğünü göstermiştir. Buna rağmen dislektik bireyler kesinlikle okuma-yazma öğrenebilirler.
Mit: Disleksi daha iyi hale getirilemez, doğuştan ve süreklidir.
Gerçek: Disleksi yaşam boyu süren bir bozukluk olduğu halde, erken ve verimli müdahale ile öğrenci başarılı olabilir. Disleksinin yarattığı kimi olumsuzluklar (olumsuz benlik algısı gibi) önlenebilir.
Mit: Disleksi erken tanılanamaz.
Gerçek: Disleksi uzmanlar tarafından çocuk 5 yaşındayken kesin bir biçimde tespit edilebilir. Erken tanı konulması çocuğun daha hızlı bir şekilde yardım almasını sağlar ve oloumsuz bir benlik algısı geliştirmesini engeller. Bu noktada ailelerin ve özellikle okul öncesi öğretmenlerinin disleksinin belirtilerini bilmeleri önem taşır.
Mit: Disleksi bir hastalıktır.
Gerçek: Disleksi medikal bir sorundan kaynaklanmaz. Disleksiyi iyileştirebilecek bir ilaç tedavisi yoktur.
(Sanırım ülkemizdeki en yaygın yanlış bilgilerden birisi bu. Özellikle medyada bilgisiz kişiler tarafından yazılmış haberlerde “disleksi hastalığı” ifadesi sıkça kullanılıyor. Bir kez daha altını çizelim: Disleksi bir hastalık değildir.)
Mit: Dislektik bireyler fonolojik engellerini görsel/uzamsal zekalarının yüksek olmasıyla telafi ederler.
Gerçek: Bu konuda yapılmış sistematik araştırmalar küçük kanıtlar sundular ancak, tam olarak doğru olduğu iddia edilemez.
(Medyada yaygın yanlış bilgilerden birisi de bu, medyadaki haber başlıklarında şu tip içeriklerle karşılaşıyoruz, “Dahilerin hastalığı disleksi” neresinden tutarsak tutalım yanlış bir başlık. Disleksinin bir hastalık olmadığına zaten değinmiştik. Ancak her dislektik çocuğun bir dahi potansiyeli taşıdığını düşünmek yanlıştır.Dislektik çocuklar normal veya normal üstü zekaya sahiplerdir. Dislektik bireylerin herhangi bir zeka sorunları olmadığını net bir şekilde söyleyebiliriz. Ancak her dislektik çocuk üstün zekalı değildir.)
Mit: Disleksi görsel bir algılama sorunudur, harfleri veya kelimeleri ters görürler.
Gerçek: Disleksi gözlerle ilgili bir problem değildir. Dislektik bireyler yazarken sağ ve sol kavramlarındaki karışıklıktan ve okurken yaşadıkları zorluktan ötürü kimi harfleri ya da kelimeleri ters (ayna görünütüsü şeklinde) yazabilirler.
Disleksinin bir görme bozukluğu olmadığı Albany Üniversitesi’nde Profesör Vellutino tarafından kanıtlanmıştır. Dislektik ve dislektik olmayan Amerikan öğrencilerinden daha önce görmedikleri bir dizi İbrani alfabesi harfini yazmalarını istemiştir. Dislektik öğrenciler harfleri dislektik olmayan öğrencilerle aynı ölçüde doğru yazmışlardır.
Disleksi, Özgül Öğrenme Güçlüğü başlığı altında kategorize edilmiş, ortalama veya üstü zeka kapasitesine, gelişmiş soyut düşünme becerisine rağmen, yazma ve okuma becerilerinde sınırlılık, ihtiyacı olan eğitimi almasına rağmen düşük akademik başarı olarak yansıyan, nörolojik kaynaklı bir öğrenme güçlüğüdür.
İlk olarak 1896’da Morgan tarafından “kelime körlüğü” olarak tanımlanmıştır. Morgan yazma ve okuma becerilerinde sınırlılığı olan ancak matematiksel becerileri iyi olan bir öğrenci ile çalışması sonrasında çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Daha sonra Kirk tarafından Öğrenme Güçlüğü kavramı kullanılmıştır. Öğrenme Güçlüğü kavramı, aslında bu bireylerin özel eğitime ihtiyaç duymayan bireylerden daha farklı öğrenme yöntem-tekniklerine ihtiyaç duyduklarını ifade eder.
Disleksinin erken belirtileri
Genellikle alan yazınında Özgül Öğrenme Güçlükleri (disleksi, diskalkuli, disgrafi) erken belirtileri benzer olarak gösterilir, bu yazıda da 2013 Celebral Palsy Symposium‘da ve İnönü Üniversitesi’nde yayınlanmış bir makalede belirlenmiş olan belirtileri tekrar edeceğiz;
Geç konuşma
Nesneleri isimlendirmede güçlük yaşama
Sözcük-hece çevrimi yapmak (mavi-vami veya sifon-fison)
Harf-ses ilişkisini öğrenmede güçlük
Kimi harflerin ters yazımı
Dikkat-konsantrasyon sorunları
Yer-yön kavramlarını karıştırma (Sağ-sol, aşağı yukarı)
Motor bozukluklara bağlı olarak sakarlık. (Yaş arttıkça ve motor beceriler desteklendikçe dislektik çocukların yetkinleştiği belirtilmiştir.)
Disleksinin tedavisi nedir?
Disleksinin belirlenmiş, net bir tedavisi yoktur. Erken tanılama, yoğun eğitim, olumlu aile-çevre ortamı bireyin sorunları aşmasında en çok etkisi olan etmenlerdir. Becerilerin geliştirilmesinde bireyin iyi tanınması, disleksiye diğer bozuklukların (Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, davranım bozukluğu vs.) eşlik edip etmediğinin bilinmesi ve buna göre nitelikli bir eğitim sunulması oldukça önemlidir.
Erken tanı önemlidir
Dislekside erken tanı, çocuğun akademik başarıya ulaşması ve olumlu bir kişilik geliştirebilmesi açısından kritik önem taşır. Aile, veya öğretmenler genellikle ilköğretim döneminde bozukluğun farkına varırlar. Ancak ilköğretim dönemi, dislektik bireyin eğitim çalışmalarına başlamak için geç olabilir. Öğrenci bu süreçte, düşük akademik başarı sebebiyle okula ilgisizleşebilir, sosyal ilişkileri bozulabilir, olumsuz bir benlik geliştirebilir. Bu sebeple ailelerin ve okul öncesi öğretmenlerinin konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmaları ve erken dönem belirtilerini izlemeleri gerekir.
Ne yapmalı?
Disleksi zaman içerisinde bireyin kendi kendine aşabileceği bir güçlük değildir. Eğer birey tanılanmaz ve bu yönde destek eğitimi almazsa yaşam kalitesini düşürecek birçok etkenle karşı karşıya kalma riski altındadır. (Girişte bahsettiğim yazılarda dislektik olduğunu yetişkinliğinde farkeden insanların söyledikleri de yer alıyor.) Bu yüzden eğer bireyin dislektik olduğu düşünülüyorsa, öncelikle bir psikiyatrist tarafından tanılanması gerekir. Tıbbi tanı aile öyküsü, eğitim öyküsü ve kimi testler sonucunda alınır. Tıbbı tanı alındıktan sonra bireyin ihtiyaçlarına göre hazırlanmış bir Bireysel Eğitim Programı (BEP) çerçevesinde eğitim-destek alması sağlanır.
Hali hazırdaki mail servislerinde (hotmail, gmail vb.) kullanmak isteyeceğiniz bir mail adresine ulaşmak oldukça zor olabilir. isminizsoyisminiz_351992@hotmail.com gibi bir mail adresini kullanmak sizin için can sıkıcı bir durum olduğu kadar size mail yollayacak kişiler için de can sıkıcı olabilir.
Bu yazıda Yandex Kurumlar için Mail hizmetini kullanarak tamamen ücretsiz olarak (elbette ki alan adı ve barındırma için belli bir ücret ödeyeceğiz, bu rakam ortalama 50 tl civarıdır, bir web sitesi oluşturmayacaksanız 25 tl) adımız isim@alanadimiz.com gibi mail adresleri açacağız. Daha önce bu hizmeti Google da veriyordu ancak yakın bir zamanda ücretli bir hizmet haline getirilmiş. Ancak Yandex üzerinde bu hizmet tamamen ücretsiz ve neredeyse sınırsız (1000 mail adresine kadar.) Eğer ki soyisminiz.com gibi bir alan adı müsaitse, kendiniz ve yakınlarınıza isim@soyisminiz.com şeklinde mail adresleri verebilirsiniz.
Ayrıca eğer bir blog yazıyorsanız alan adınız üzerine bir blog servisi de kurabilirsiniz.
İhtiyacımız olanlar
Bir alan adı (domain)
Bu alan adına bağlı bir barındırma hizmeti (hosting)
Herhangi bir Yandex hesabı
Bir FTP erişim uygulaması (Filezilla, CoreFTP vb.)
Alan adını (domain) ekleme
Öncelikle Yandex Kurumlar sayfasına girip alan adımızı ekleyelim.
https://kurum.yandex.com.tr/domains_add/ adresinden alan adımızı ekleyeceğiz. Alan adımızı eklemek için herhangi bir Yandex hesabı ile oturum açmamız gerekiyor.
Alan adımızı ekledikten sonra, sayfada alan adının bizim olduğunu teyit etmek için çeşitli yöntemler gösterilecek. Eğer ki alan adınızı kullanmak, bir web sayfası oluşturmak istemiyorsanız, doğrudan Yandex’in size verdiği Nameserver’ları, alan adını aldığınız şirket üzerinden değiştirerek doğrulama yapabilirsiniz. Bu en kolay yöntem, ancak bir web sitesi oluşturacaksanız, ya da hali hazırda oluşturmuşsanız, adımları takip edin.
Doğrulama yöntemini seçme
Ben bir .html dosyası oluşturup onu ana dizine eklemek yolunu tercih ediyorum. Yandex bize şöyle bir bilgi veriyor;
Sitenizin kök dizinine abcd1234.html adlı dosyayı ve xxyyzz1234 metnini ekleyin.
Boş bir Not defteri sayfası açıp xxyyzz1234 metnini yapıştırıyoruz, ve Dosyayı Farklı Kaydet (Save as) seçeneği ile dosyamızın ismini abcd1234.html olarak kaydediyoruz. Ve bir FTP uygulaması ile (veya kimi alan sağlayıcıların Web Uploader’lerini kullanarak) abcd1234.html dosyamızı ana dizine ( www veya public_html klasörü içerisine) ekliyoruz. Ve Yandex Kurumlar’daki sayfamızda “Alan adının sahibini kontrol et butonuna bastığımızda, ikinci adıma geçiyoruz.
MX kayıtları ekleme
Bu adımda size alan sağlayan şirketin size verdiği panele erişip, alan adınızın alan ile ilişkili kısmını düzenlemeniz gerekiyor. Yandex’in bize verdiği bilgiler şöyle;
Alt alan adı —@
Kayıt türü —MX
Veriler —mx.yandex.net. (net’den sonraki noktaya dikkat)
Öncelik —10
Gereken ayarları girip, MX ayarlarını kontrol et butonuna bastığımızda yeni bir mail adresi oluşturabiliriz. Gerekli kısımları doldurup mail hesabımızı böylece oluşturabiliriz.
SPF kayıtlarını oluşturmak
Mail adresimizi oluşturduk, ama bu mail adresinden yollanacak olan maillerin Önemsiz/Spam/Junk kutularına düşmelerini engellemek için tıpkı MX kaydı oluşturduğumuz gibi bir de SPF kaydı oluşturmamız gerekiyor. Yandex’in verdiği bilgi şöyle; (Şu linkten teyit ediniz https://yandex.com.tr/support/kurum/records.xml )
Alt alan adı: @
Kayıt türü: TXT
Adres: v=spf1 redirect=_spf.yandex.net
SPF kaydını da oluşturduğumuza göre, hesabımızı test edebiliriz.
“Bugün 50 yaşındayım ve radyoda öykünü dinlediğim zaman hiç beklemediğim halde ağladım.”
Portland’dan Scott Walker geçtiğimiz hafta disleksi hakkında yazdıklarımız sonrası bize ulaştı.
“Biliyorum, komik gelebilir ama 50 yıl süren bir mücadele sonrasında, beni gerçekten anlayan birileri vardı.” Walker, Gabrielle Emanuel’in söylediklerini dinlerken söylenenlere aitlik duygusu hissettiğini söylüyor.
Ve elbette ki yalnız değil. Twitter’a, Facebook’a, mail kutularımıza yorumlar yağdı. Al Guillermo Facebook mesajında, “Her cümlede zorlandığımda insanlar beni “pek de zeki değil” diye etiketliyorlardı.” Hala devam eden kolay metinleri dahi okurken verdiği mücadeleyi ve toplum içinde konuşurken yaşadığı paniği açıkladı. “Okumak ve doğru hecelemek için çok çalıştım. Kimi insanlar üçüncü sınıf öğrencisi için bunu kolay bir iş olarak düşünebilirler ama ben asla tam olarak hakim olamadım.”
Jo Roberts, emekli bir özel eğitim öğretmeni, dislektik öğrencilerine bir şeyler öğretmek için harcadığı çabayı anımsıyor: “Çok küçük bir köy okulunda, beşinci ve altıncı sınıf öğrencileriyle, düello olarak adlandırdığımız bir oyun oynardık. Birbirlerini düelloya davet ederlerdi ve kelimeyi doğru okuyan, yanlış okuyanın kartını alırdı. Açıkçası kontrolüm altında değildi ve sınavlara yönelik bir çalışma değildi. Ama işe yarıyordu.”
Rice Üniversitesi’nde fakülte üyesi olan Junia Howell yükseköğrenim deneyimlerini paylaşıyor: “Ağır bir dislektiktim. Lisedeyken neredeyse ikinci sınıf öğrencisinin okuma kabiliyetine sahiptim. Özel ders aldığım öğretmenlerim sayesinde mezuniyet konuşmasını yapan kişi oldum. Lisans öğretimimi ve yüksek lisans öğretimimi tamamladım. Ve Sosyoloji doktoramı bitirmeme sadece birkaç ay kaldı. Durumumun ciddiyeti göz önüne alındığında, yolculuğum boyunca disleksiyi anlatmak ve disleksi hakkındaki yanlış anlaşılmaları düzeltmek için gönüllü oldum.”
Bu süreçte kimi uluslar arası dönütler dahi aldık. İsviçre’den Lindy yetenekli piyano öğrencilerinden disleksisi olan biriyle yaşadığı deneyimleri aktardı: “Birçok şey üzerine çalıştık, kimi oyunlar oluşturmak vs. ama yaptıklarımız, ona okulda bir okuma uzmanı yardımcı olana dek işe yaramadı.”
Seattle’dan Mike Wolfe da okumayla yaşam boyu süren mücadelesini paylaştı bizimle. Söylediğine göre 32 yaşına gelene kadar herhangi bir tanı konulmamış kendisine. “Bu tanı, disleksinin İngiliz diline yaptığı küçük çarpıtılmış şeylere gülmemi sağlıyor.” Örneğin “globe” yazmak isterken yazdığı şey “glob” oluyor.
Bazen disleksi onu güldürüyor evet, ama “bazı günler okumaya çalıştığım her şeyi karmakarışık hale getiriyor. Ama daha çok, başa çıkma stratejilerim sayesinde durumun üstesinden gelebiliyorum.”
Bu yazı nprEd‘in Unlocking Dyslexia yazı dizisinin ilk yazısı olan Millions Have Dyslexia, Few Understand It (Gabrielle Emanuel) yazısından çevrilmiştir. Yazı dizisindeki diğer yazıları ilerleyen günlerde çevirmeye çalışacağım.
“Dünyanın en kolay kelimesini okuyamıyor olman sinir bozucu.”
Thomas Lester bir kitabı alıyor ve rastgele bir sayfasını açıyor. Bir kelimeyi gösteriyor: galloping.
“Goll—. G—. Gaa—. Gaa—. G—. ” Denemeye devam ediyor. Kelimenin geri kalanı içinde bir yerlerde, ama çıkaramıyor bir türlü.
“Yapamıyorum… Vazgeçtim.” Kitabını fırlatıyor, kitabı masa boyunca kayıyor.
Kolay kelimelerde zorlanmasına rağmen Thomas -dördüncü sınıf öğrencisi- parlak bir çocuk.
Aslında bu disleksinin sıkça yanlış anlaşılan tarafı: Disleksi algı sorunları, ya da düşük IQ, ya da iyi bir eğitimden mahrum olmakla ilgili değil. Okurken gerçekten zorlanmak ile ilgili bir durum.
Disleksi, Amerika Birleşik Devletleri’nde en yaygın öğrenme bozukluğu. Milyonlarca insanın yaşamına dokunuyor, ben ve Thomas dahil olmak üzere. Tıpkı thomas gibi ben de çocukluğumun çoğunu okuma dersinde küçük bir sandalye üzerinde harcayarak geçirdim.
Bugün Thomas, hocasıyla birlikte Washington’un kuzeybatısında bir ofiste çalışıyor. Ofisleri adeta şişkin yastıklar ve beyaz kanepeler cenneti. Bekleme salonunda, kıvırcık saçlı bir çocuk, parmağını emiyor, annesi sessizce bir dergiyi okuyor.
Ofisin arka kısmında -Lindamood Bell Okuma Merkezi- Thomas kolunun uzanabildiği her şeyden huzursuzlanıyor.
“Tamamdır. Sana birkaç havaya yazma kelimesi vereceğim.” diyor hocası Thomas’a, hızlı bir şekilde, sanki Thomas’ın doğru hızda okumasını cesaretlendirerek. Ve ilk kelimesini yüksek sesle harf harf veriyor: “C-O-R-T.”
Thomas harfleri işaret parmağıyla, özensizce yazıyor havaya.
Sonra öğretmen soruyor: Ortadaki iki harfi nasıl seslendirirsin? “Eer? Aar?”
Thomas havaya karaladığı kelimelerden kalan görsel imgelerden her ne kaldıysa onlara şaşı halde bakıyor. Sonra hevesle atılıyor: “Or!”
Bir sonraki alfabe dersine gitmeden önce, gerçek bir heyecanla “İyi iş!” diye cevaplıyor hocası.
Thomas’a benim de bir sorum var: Dislektik olmak nasıl bir şey?
Thomas huzursuzluğunu dindirerek: “Zor.” duraklıyor, “Çok zor.”
9 yaşında, okumada zorlanıyor, ama kitapları seviyor. Ona bir sesli kitap verin, ve kitabı “Audible’da 10.000 kez falan” dinleyecektir.
Thomas’ın annesi Geva Lester, Algı düzeyi 13 yaşında bir çocuk gibi olduğunu, Harry Potter’ı anlayabildiğini, ama okuyamadığını söylüyor. Lindamood Bell Okuma Merkezi’ne gelmeden önce, Thomas’ın “See Spot run” gibi basit bir cümleyi okumakta zorlandığını görünce paniğe kapılmış.
Onunla birlikte okumayı denediğini anımsıyor, Birinci sayfada okuyabildiği “There.” kelimesini ikinci sayfada da görüyor ve ne anlama geldiği konusunda bir fikri olmayabiliyor.
Thomas ve annesiyle orada otururken, kimi yollarla -hala da yaptığım- şeyleri anımsıyorum.
Çocukken disleksim sıkı saklanan bir sırdı. Anaokulundayken, içinde yalnızca bir okuma uzmanı ve ısıtıcının olduğu küçük bir odada çalışmak için sınıftan çıkardım. Malzeme dolaplarıyla çevrili koridorda yürürken kimsenin beni farketmeyeceğini umarak, kimseyle göz teması kurmadan yürürdüm.
Ortaokuldaysa resimli kitapları okumak konusunda dahi sorun yaşardım. Okulda okuyormuş rolü yapar, sonra eve gelince kitaplarımı iki katı hızda kasetlerden dinlerdim. Yaz boyunca tıpkı Thomas gibi Lindamood Bell’e giderdim.
Yıllar boyunca kelimeleri ezberleyerek süreci atlattım. Ezberleme süreci kelime kutularıyla başladı. Her gece pratik yapar, kelimelere bakıp söyleyebildiğim en hızlı şekilde söylerdim. Bu yolla yüzlerce, hatta belki binlerce kelime ezberledim. Tanıdık olmayan kelimeleri ise asla okuyamazdım. Ve hala da okuyamıyorum. Bilmediğim bir kelimeye denk geldiğim zaman, donakalırdım. Bu kartlarda denk gelemeyeceğim bir soyisim veya sokak ismi olurdu. Harfleri gruplar haline getirmek, bu grupları seslerle bağlamak ve sonunda, bu sesleri bir araya getirmek benim için çok yoğun bir odaklanma gerektiriyordu.
Disleksiyi kendi kendime aşamayacağımı anladığım günden beri, onunla, onun etrafında çalışmayı öğrendim. Her zaman oralarda bir yerlerdeydi, ama nadiren düşüncelerimin odak noktasındaydı. Bu durum kolej sürecinde ve okuldan mezun olana dek böyleydi, ama bir eğitim muhabiri olduğum zaman işler değişti.
İlköğretim okullarına dönüp, aile ve öğretmenlerle görüştüğümde disleksi beklemediğim biçimlerde ortaya çıkıyordu. Öğrencilerinin sorunları ve dayanma güçleri test edilmiş aileler dolaısıyla şaşırmış öğretmenler gördüm.
Disleksi bu denli yaygın durumda ki aileleri ve okulları harekete geçmeye zorluyor. Ama disleksi henüz tam olarak anlaşılabilmiş değil. Basit sorulara dahi öyle kolayca cevap verilemiyor.
Dünya üzerinde kaç insan dislektiktir? Evet, bu çetrefilli bir soru. Oranlar değişiklik gösteriyor. Çünkü hangi ülkede yaşadığınıza, hangi dili konuştuğunuza bağlı olarak değişebilir. (İngilizce konuşanlarda dislektik oranı İtalyanca konuşanlardan fazla olabilir.) Ayrıca dislektik olanların bir kısmı resmi bir tanı almamıştır. Ancak araştırmalar Amerika’daki dislektik oranının nüfusun %5’i ile %17’si arasında değiştiğini göstermektedir.
Birçok insan disleksinin harfleri farklı bir düzende görmek (b’yi d görmek gibi.) olduğunu düşünür. Bu doğru değildir. Araştırmacılar, uzmanlar ve dislektik bireyler bu gibi yaygın yanlış anlamaları reddederler.
Disleksi insanların düşündüğü gibi bir şey değilse, nedir?
Chicago’da bir kameraman olan ve disleksinin günlük yaşamının bir parçası olduğunu söyleyen Jonathan Gohrband; “Aslında disleksi yabancı bir kelimeye bakmaktır.” diyor.
Gohrband, okurken, yabancı bir kelime karşısında sıklıkla gözlerinin “sendelediğini” söylüyor. Söylediğine göre onun en iyi çözümü, kız arkadaşına dönüp, “Bu kelime nedir?” diye sormak, neredeyse her seferinde aynı cevabı alıyor: “Tabii ki, olduğu şeydir.”
Jonahhan Gohrband’ın kelime haznesinde herhangi bir problem yok, ya da 9 yaşındaki Thomas Lester’in kelime haznesinde. Onlar “galloping” kelimesinin ne anlama geldiğini biliyorlar. Ve konuşulan İngilizcede 20 farklı yolla bu kelimeyi kullanabilirler, onlar yalnızca kelimeyi okuyamıyorlar.
Disleksinin “kelime körlüğü” olarak adlandırılmasının sebebi bu. Dislektik insanlar yazılı bir kelimeyi doğal bir şekilde işleyemiyorlar. Kelimeleri daha sonra bağlanıp seslere dönüşecek olan küçük birimlere kolayca ayıramıyorlar.
Bu durum okumayı zahmetli -hatta fazlasıyla yoran- bir süreç haline getiriyor. Yazmayı da. Gohrband önceki patronuna heceleme hataları içeren mailler attıktan sonra işten atıldığını anımsıyor.
“Hey! Evet, biliyorum haftasonuydu, ama sarhoşkan e-mail yollama.” Gohrband, eski patronunun söylediğini tekrarlıyor. Elbette ki o, tam anlamıyla ayıktı, ve yalnızca dislektikti. Şimdiyse taslağını hazırladığı e-maillerin yazım yanlışlarını düzenlemek için saatler harcayabiliyor. “Bu çok zaman alıcı ve yorucu.” diyor.
Tüketen, bitiren, zahmetli, yorucu… Burada duygusal bir ölçü de var. Gohrband, henüz bir çocukken bozuk olmadığını hayal ettiğini anımsıyor. İnsanlara bunu söylemekten kaçınıyor: “Eğer dislektik olduğunuzu bilirlerse aptal olduğunuzu düşünürler.”
Yine de, “Utancı yoksaydığında, bir dönüm noktası gelir..” diyor. Onun için bu, kameramanlığa başladığı zaman. Gohrband orada yeteneklerini diğerlerine gösterebileceği, kendini kolayca ifade edebileceği bir dil keşfetti.
Şimdi kendine daha fazla güvendiğini söylüyor.
Ve zamanla, içinde gizli olan mücadelelerin faydalarını keşfettiğini söylüyor. Dislektik olması sebebiyle rahat olduğu bölgenin dışına itilmiş olmasının onu daha yaratıcı ve daha az yargılayıcı yaptığını düşünüyor.
Bunu bizzat ben de hissettim ve pek çok insanla konuşurken de şunu defalarca kez duydum: Bir şeyler zor geldiğinde, yeni şeyler denemeyi öğren ve onların üzerinde çok çalış.